Gözlerim kelimeleri birbirine katıyor ve parmaklarım küllüğe isabet ettiremiyor arasında ki sigaranın küllerini. Anlaşıldı artık uyuma vakti. Dudağımda annemden yıllar öncesinden öğrenilmiş masum bir yatma duası ve üzerimde annemin ellerinden çıkmış yorgan. Beni sarmaktan muzdarip, atmış dikişleriyle dile getiriyor isyanını. Elimle kavrayıp üzerime alıyorum, bir nesne dokunuyor küçük, sert. Bir yıl olmuş üzerimi örtüyorum, ama ilk defa geliyor elime, bir yıl boyunca beni dinleyen yorgan anlaşılan artık konuşmak istiyor. Vardır bu dokunuşta bir hayır diyerek yakıyorum lambayı. Lamba da isyan ediyor ‘’E yeni söndürmüştün ya’’ diyor. Çıkarıyorum nevresimi isyanına katıldığımı zannediyor yorganın dikişleri. Buluyorum o nesneyi. Küçük bir çalı parçası…
Çalı, masumluğun kurulukla karışımı, gözünün görmediği yerlerde, başka gözlerden beni koruması için annemin önce Allaha sonra ona yalvarışı, çalı, bu torakların sağlam temeli. Gecenin en güzel resmiydi o çalı.İçimi kaynattı, umudumu yeşertti,başımı ellerim arsına alıp sessice kocaman mutluluk ağlayışına bıraktım kendimi.İşte o çalı beni gecenin o saatinde yolculuğa çıkarttı.
Çocukluğumu geçirdim köyde heybetli bir dağ vardı görünüşüne yakışır da bir ismi’’Dede’’ Dede köyün göğe en yakın yeriydi. Bütün dualar için o dağın eteklerine çıkılırdı çünkü yüceleri yükseklere yerleştiren köyümün insanları Allah’ı da göğe yerleştirmişti ve Allah’a en yakın yer Dede bilinirdi. Biz çocuklar da bütün hayallerimizi sığdırırdık Dedenin arkasına. Filistin o dağın arkasındaydı ya da Kaptan Kusto’nun hazineleri… Ama ayaklarımız küçüktü ve Dede arkasını kolay göstermeyecek kadar heybetli.
Bazen savaş uçakları geçerdi üzerimizden anlamazdık ama hep doğuya giderlerdi. Onları bile oyunlarımıza katardık, yanımızda ki babalarımıza selam yollardık onlarla, uçmalarına değil Dedenin bütün heybetine tanık olmalarına imrenirdik. Bilmezdik o uçakların dünyada bize en çok benzeyen çocukların oyuncaklarını, babalarını ellerinden alacaklarını.
Evdeki tek oyuncağım annemin üzerinde namaz kıldığı kırk yamalı rengarenk seccadeydi Annem her namaz vakti seccadeyi elimden aldığında kıskanırdım annemi, namazı annemin oynadığı oyun zannederdim, eğilip kalkmalarına hayrandım. Benim seccadeyle oynamayı en sevdiğim oyun nesi var oyunuydu. Kırk yamaydı kırmızısı, mavisi,yeşili… Bütün renkleri barındırırdı, ağabeyimi ablamı beni saatlerce başında tutmayı başarırdı, o bizim evin en büyük tutkalıydı, orda ki kırk yama da ve o renklerde benim çocukluğumun özeti vardı.
Sonra kitaplar girdi dünyama hiç çıkmamacasına… Her zaman sorarım onlara: Yalnızlığıma dost musunuz yoksa beni yalnız bırakmayan düşman mı? Ve kalemimden çıkmış beyaz defterimde birkaç kirli yazı: Harmana bıraktım bedenimi ne buğday çıktı ne saman, esen yele kurban oldu zaman… Düşüncelerime umutsuzluk hakim olmak ister bazen.Bu hallere en büyük karşı koyuşum Muhittin Arabi’nin sözüdür: ‘İşaretler çoğaldı ve karıştı; artık tespih zamanı…’ Ama şu an elime geçen çalı en büyük silahım oldu.Umut vardır: Kölenin boynunda ki zincirin aralarını bile rüzgar serinletir ki bu yürek geceye mağlup olup göz kapaklarını mı bırakır!
Kararan her buluttan yağmur beklersek eğer gökyüzü maviliğine küser. Bu toprakların temeli o çalı parçalarıyla örülü. Ne yıkmaya güç yeter ne değmeye göz! O yamaları birleştirecek eller oldukça orda ki renkler kadar güzelliğini korur bu coğrafya. Şimdi biliyorum Filistin ya da Kaptan Kusto’nun hazineleri o dağın ardında değil ama ayaklarım da o günkü kadar küçük değil!
Allah bizleri üzerimize örttüğümüz çalılardan, üzerinde oynadığımız kırk yamalı rengarenk seccadelerden, analarımızdan öğrendiğimiz dualardan, arkasına çocuksu hayallerimizi sığdırdığımız heybetli dağlarımızdan, her başımız sıkıştığın da sadelikle bize doğru yolu gösterecek tespihlerimizden mahrum etmesin!
YAZAN:KAPTAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder